Geldi bahar ayları gevşedi gönül yayları moduna gireli baya zaman oldu. Nisan ayının son günündeyiz bugün. Kışın kasvetini üzerimizden atıyoruz artık yavaş yavaş. Önümüz yaz. Güneş sadece tenimizi değil içimizi de ısıtıyor aynı zamanda. Durum böyle oldu mu insanın gönlüne bir ferahlık düşüyor tabii. Kalpler sevilmek istiyor. En çokta sevmek istiyor aslında. Yeni bir mevsim ile yeniden başlamak, yenilenmek, heyecanlanmak istiyor güneşle uyandığı sabahlara. İçi buz tutmuş - taş kalpli insanların bile aşk dolu dondurma reklamlarının rehavetine kapıldığını ve aşkı aradığını gözlemlemek hiçte zor değil bakıldığında.
Ne güzel şey aşık olmak.Birini düşündüğünde heyecanlanıp ağzına attığın o son lokmayı yutamamak. Onun hakkında her şeyi bilmek istemek. Teyzesinin oğlunun sünnetinden tutunda, çocukluk fotoğraflarına, en çok sevdiği yemekten, en sevdiği rengi, dinlediği müzikleri bilmek istemek. Gülümsemek durduk yere, neşe saçmak etrafa. Sabahın köründe gideceğin işi umursamadan telefonunun ışığı ile ekrana sırıta sırıta bakarak geçirilen o geceler ve sabahında uykusuz kalmış olmaktan bile mutlu olmak hissi... Birinin soy ismini kendi adının ardına yakıştırmak veya kendi soy ismini onun ismi ardına yazmayı düşünmek.
Her ne kadar yenilikçi kafaya sahip olsam bile konu "aşk" oldu mu eski kafalıyım ben. Günümüz ilişkilerini sevmiyorum. Vıcık vıcık yaşanan sevgiler, ulu orta yaşanan aşklar, hızla tüketilen o duygular iki adım geride durmama neden oluyor gönül işlerinden. İki gün konuş, buluş, öp- kokla, tüm güzel sözleri tüket, "seni seviyorum" kelimesinden baygınlık getirt, bir ay sonra ilişkiyi belden aşağı boyuta getir ve sonra ayrıl... Telefon değiştirir gibi sevgili değiştir! Bu mudur sevdadan kastımız? Gerçek aşk bu mu? Böyle mi gördük anne - babalarımızdan?.. Sonra aile birliği neden kurulamıyor, bu kadar insan neden bekar, artık bayan - erkek ayrılmaksızın neden evlenmek istemiyor insanlar? Acaba neden...?
Evlilikte balayı ne ise sevgililikte de flört aynı şey. Bana kalırsa elden geldiği kadar uzatılması gerekiyor her ikisi de. İki kişinin birlikte geçireceği en özel, en güzel dönemler çünkü bu zamanlar. Balayı mı flört mü diye soracak olursanız eğer her ne kadar henüz balayı deneyimi yaşayamamış olsam bile "flört" derdim hiç düşünmeden. Mideye kelebeklerin yuva yaptığı, sevda ateşinin insanı kızgın kumlardan serin sulara attığı o ilk heyecanı değişmemek lazım hiçbir şeye. Her şeyin başı o ilk tanışma dönemlerine dayanmıyor mu zaten? Madem bu kadar kutsal, madem ilişkinin devam oranını bu zamanlara göre belirliyoruz, o zaman hakkını vererek yaşamak gerekiyor bu ilkleri. Uzun uzun tanımalı, zaman ayırmalı, ölçmeli, seviyeyi korumalıyız bu süre zarfı içerisinde. Bir şeyin başı nasıl gelirse gerisi de ona göre şekilleniyor çünkü. Ne kadar saygı o kadar uzun ilişki ya da ne kadar ilgi ileride o kadar sevgi olarak geri dönüyor bize. Hepsini atın bir kenara, o heyecan hissini kaybetmemeli insan bir çırpıda. Israrcı olmanın, hızlı adımlarla ilerlemenin ne anlamı var ki? Zaten hayatında bir ömür kalacaksa bu kişi uzunca vaktiniz olacak istediğiniz her şeyi yaşamak için. Hee.. zaten geleceğinde bir yer teşkil etmiyorsa karşındaki, gerekte yok yaşanmışlıklara. Yangından mal kaçırmıyoruz ya.. Neden çabucak şekillendirmeye ya da harcamaya odaklanıyoruz bazı şeyleri, hiç anlayamıyorum..
Ayrıca ne kadar süre mesafeyi korumayı başarır, ne kadar uzun tanıma vakti ayırır, her anın tadını doyasıya çıkarmaya odaklanırsak o kadar anlam katmış oluyoruz o olaya. O hazzı, tutkuyu, çekinme iç güdüsünü yerinde yaşarsak eğer yıllar sonra bile hatırlandığında aynı duyguyu hissetmemizi sağlamış oluruz.
İşin özü.. Demem o ki; malum yaz ayı geliyor. Uzun ve güzel bir ilişkisi olanlara lafım yok elbette ama.. Sevgilisinden yeni ayrılmış olan ya da uzun zamandır hayatında kimse olmayıp boşlukta olan arkadaşlarıma sesleniyorum. Sevmek güzel şey vesselam yaz aşkı ise bambaşka bir tutku yüreklerde. Sevmeyin demiyorum. Diyemem. Dersem dilim tutulsun. Ama kalbinize dönen yollarda doğru adımlarla yürüyün. Üç aylık yaz sezonu bittiği zamanda yanınızda kalabilecek insanların elinizden tutmasına izin verin. Gerekirse tüm yaz flörtleşin, kışın soğuk günlerine saklayın aşkınızı yaşamayı. Bir macera olarak görmeyin karşınızdaki kişiyi. Kapılmayın, kimsenin de size yok yere kapılmasına izin vermeyin. Cıvık cıvık pozlar çizip, milletin (benim gibilerin) ağzına sakız olmayın. Bu yaz anlam bulsun artık "sevmek" - "aşk" denilen kavramlar. Yarın için planınız yoksa o kişi ile bugününüze alet etmeyin kimseyi.
Çok sevin, çokça sevilin inşallah..
Bu Blogda Ara
30 Nisan 2016 Cumartesi
HAKKINDA HERŞEYİ DUYMAK İSTİYORUM
29 Nisan 2016 Cuma
HAYIRDIR İNŞALLAH
Rüyanın bilinçaltı ile mutlaka bir bağlantısı var elbette. Ama ben o kadar abuk sabuk saçma sapan rüyalar görüyorum ki ya bilinçaltımda ciddi anlamda bir sıkıntı var ya da sürekli üstüm açık bir şekilde uyuyorum. Çözemedim henüz. Uçan inekler mi dersiniz, uzayda piknik yapmak mı dersiniz, sevmediğim arkadaşlarımın derisini yüzüp lavaş arasında pişirip yemek mi dersiniz... Ne kadar saçma, mide bulandırıcı, trajikomik rüya varsa hepsi benim uykularımda saklı adeta. Olay böyle oldu mu bir arkadaşımın tavsiyesi ile rüyalarımı yazabileceğim bir defter edindim kendime bir süre önce. Eski yazılarımı okurken fark ettim ki enteresan bir şekilde gerçekleşen rüyalarım var. Aptala malum olur derler ya, benimkisi de o hesap sanırım. Hazır müsaitken iki gece önce gördüğüm rüyayı defterime yazayım dedim. Baktım gereğinden fazla zamanım var. Sizinle de paylaşmak istedim rüyamı.
**************
Hayatı boyunca bir kez dahi olsun gelecekteki (tabii olursa) gelinliğini hayal etmemiş ve evliliğe uzak bir insan olarak rüyamda kendimi gelinlikler içerisinde gördüm. Makyajımın son rötuşları yapılırken bir yandan da fotoğrafçı eşliğinde fotoğraflar falan çekiliyoruz. Benim malum kız ekibi yine rüyamda da hazır bulunuyorlar. Anlamadığım konu; hadi sevdiklerim ( kanka grubundan olanlar ) yanımda olacaklar tabii de sevmediğim tüm kız arkadaşlarımda yanımda. Damadın gelmesini beklerken toplamışım tüm kızları eteklerimin etrafına fotoğrafçıya pozlar veriyoruz. Beyaz taşlı ayakkabılarım çok güzel olsa da bir yandan 15 cm. topuklu ayakkabılar ile tüm geceyi nasıl geçireceğimin kara kara derdine düşmüş olsamda, kimseye gerginliğimi belli etmeden bekar arkadaşlarımın isimlerini yazıyorum pabucumun altına. "Kız çirkin senin adını da yazalım, evde kalma sonra" diye sevmediğim tüm kızlara laf sokuyorum. Zaten sevmem o kızı, ne işi var benim en mutlu günümde yanımda? E madem öyle bari birazcık olayın tadını çıkarayım yerden yere vurayım alay edeyim ki yılların acısını çıkarayım derdindeyim.
Hastane koridorlarını andıran, soğuk - buz gibi karanlık bir ortamda buluyorum sonra kendimi. Düğün bitmiş herkes dağılmış, sadece aileden ve arkadaşlardan bir kaç kişi kalmış yanımızda. İğrenç bir yerde düğünümün olduğu umurumda dahi değil. Ben yinede mutluyum. Sevdiğim adam yanımda. Kızlar gelin çiçeğimi atmamı bekliyorlar. Tam o sırada hayatımı kabusa çeviren 1. kadın çıkıp geliyor yanıma. "Hemen o gelin çiçeğini bana vereceksin yoksa yüzünü yırtarım" diye çemkiriyor bana. Korkuyorum. "Al" diyorum, "Senin olsun.." Manyak mı nedir? Ondan sonra hayatımın içine eden 2. kadın çıkageliyor. Duvağımı istiyor. Bu sefer diğeri gelinliğimi, ayakkabılarımı derken kocama göz dikiyorlar. KOCAMA! Ben bir korkuyorum onu da benden alacaklar, daha muradıma bile erememişken dul kalacağım diye salma sümük ağlamaya başlıyorum ki adam kaçmaya başlıyor! O iki tane cadı kadını bir itiyorum... O gücümle, ikisi birden devriliyor yere. Adam kaçıyor ben adamı kovalıyorum. O koştukça ben depar atıyorum arkasından. Kucağıma topladığım gelinliğin ağırlığı bir yandan ayağımdaki lanet ayakkabılar bir yandan zorlaştırıyorken koşmamı, kocam olacak adam yavaş - yavaş gözle görünmeyecek kadar uzaklaşıp mesafeyi açıyor aramızda. Adile Naşit'in Ah Nerede filminde Tarık Akan'ın peşinden koşmasından bir farkımız yok o sırada. Bilmeyen biri görse film çekimi falan zanneder öyle bir durumdayız. "Gitme, kaçma sevdiceğim" derken ayağım kayıyor, ayak bileğim topuklu ayakkabının azizliğine uğruyor ve olduğum yere yapışıyorum. ( Nasıl bir acıdır bu. Nasıl yandı canım. Öyle ki bacaklarım kasılmış. Uyandığımda bile ayak bileğimin acıdığını hissettim! ) Bir bakıyorum adam kaybolmuş gitmiş. Ben yerde yatıyorum. Gelinliğimin etekleri çamur içerisinde. Şişen bileğime bakıyorum. Artık ayağımı çürütmüş olan ayakkabıları ayağımdan çıkarırken fark ediyorum ki o nisbet yapıp dalga geçip yazdığım isimlerin hepsi silinmiş ayakkabımın altından. Bir tek koskocaman kendi ismim yazıyor! Benim adım nasıl geldi oraya hiç bilmiyorum. O isimler nasıl silindi de benim adım kaldı!...
Rüyamda istemsizce dudaklarımı büzmüş bir şekilde uyurken annem uyandırdı beni. "İyi misin" diye. Allah razı olsun anacımdan. Biraz daha katlanacak gücüm yoktu o rüya mıdır kabus mudur belli olmayan, 7 saniye sürdüğü söylenen ama bana bir asır gibi gelen hayalden.
Şimdi açtım Yaşar'dan - Hayırdır İnşallah - şarkısını dinliyorum. Bu rüyanın üzerine en iyi bu giderdi sanırım. Rüyalarınızın hayra çıkması dileğim ile. Sevgiyle kalın..
YAŞAR - HAYIRDIR İNŞALLAH
bir rüya gördüm,içinde sen
beni terkedip gitmişsin,beni yok etmişsin
hayırdır inşallah...
dön diyorum dönmüyorsun
kal diyorum ağlyorsun
ne yaptığını bilmioyorsun
hayırdır inşallah
dön diyorum dönmüyorsun
kal diyorum gidiyorsun
bir karar bile vermiyorsun
hayırdır inşallah
bu rüya nerden çıktı geldi sahi
aradan kaç yıl geçti yoktun hani
seni çok özlemişim görmeyeli
hayırdır inşallah
bu kaçıncı ayrılık ayrılık hali
aşkımız şarkılarda hayat fani
terler içinde kaldım uyandım ani
hayırdır inşallah...
Posted via Blogaway
27 Nisan 2016 Çarşamba
BEN KİMİM? BEN NEREDEYİM?
İnsan dönem- dönem sorguya çekmeli kendini. Hayatta nerede durduğunu, kimlerle bu yolda yürüdüğünü ne için bu kirli dünyanın yükünü sırtlandığını sormalı kendine. Bende yaparım bunu elbet. Yalnız pek belli etmem kendimle olan çatışmalarımı. Sorguya çekerim kendimi sık sık ama sorgusuz yaşarım hayatımı. En azından öyle görünmeye çalışırım. Gamsız olmayı beceremem ama gamsız gibi davranıyor olmaktan iyi anlarım. Onu da pek beceremem ya. Yine de elimden geleni yaparım düşüncelerimi saklamak için.
Dağınık bir kafam var benim. Hiçbir zaman doğru yerde doğru şeyi düşünemedim. Fikrin ne ise zikrinde odur ya hani. Doğru yerde doğru şeyi düşünemeyince bulunduğu yerde doğru şekilde davranamıyor insan. Cenazede güldüğümü bilirim, mutlu günlerde hıçkıra hıçkıra ağladığımı mesela. Belki de duygu durum bozukluğundan kaynaklı bir vaziyettir benimkisi. Bu çok ciddi bir hastalık aslında.
İnsan birçok şeyi aynı anda düşünüp, birden fazla olayla aynı anda savaşınca ister istemez kapılıyor bu duyguya. Yüz tane tilki dolanıyor kafamda, bin tane EŞEK ile aynı anda savaş veriyorum içimde, düşünmem gereken, yanında olmam gereken o kadar fazla insan var ki. Ve yapmam gereken boyumdan fazla onca iş… Gencim güzelim nutukları bir yere kadar. Havam kime anlamadım ki. Ne ara bu kadar kendi kendimi gaza getirdim ben? Neden bu kadar fazla yükü üstlenme çabasına giriyorsam. Sanki madalya takacaklar boynuma. Nobel’e aday gösterecekler, kupa verecekler sanki. Bu kadar parçalanma, bu kadar koşuşturma neden?
Sanırım bu hayattaki değerlerimin sayamayacağım kadar çok olmasından dolayı böyle. Allah’ıma şükürler olsun ki mükemmel bir anne- babam var. Dost diye sırtımı yaslayacağım gözümün arkada kalmayacağı birçok dostum var. Her anımı doyumsuz kılan, nefesimi kesen bir sevdiğim var birde. Hepsinden ziyade hayallerim var. Sonsuz hayallerim. Hedeflerim. Bu hayatta var olmama sebebiyet veren sayılı insan ve sonsuz nedenlerim var.
Durum böyle olunca yetişmek zor oluyor işte tüm bunlara. Aynı anda birkaç yerde birden olmak istiyorum. Birçok kişiye aynı anda ulaşayım, hepsiyle tek- tek ilgileneyim, hepsine yeteyim, hepsiyle yetineyim istiyorum. Bu mümkün müdür diye soracak olursanız. Bende çok sorguladım bunu ama ne yazık ki mümkün olmadığını bizzat deneyimledim.
Ali’nin yanında Veli’yi düşününce eksik kalıyormuşsun Ali’ye. Ya da Fatma’nın yanında Ayşe’ye koşarsan Fatma uzaklaşıyormuş bir süre sonra senden. Kariyer yapayım derken doludizgin bir aşk yaşayamıyormuş insan. Mutfakta kek yaparken aynı anda banyoyu da yıkamak imkânsızmış bu arada. Kendimden örnek vereyim. Sevgilimle buluştum örneğin. Sürekli arkadaşlarımı anlatıp duruyorum. Daha sonra arkadaşlarımla buluşuyorum. Bu sefer sevgilimi anlatıp duruyorum. Teyzemle oturup sohbet ederken aklım hep halamda. Halamın yanında ise hep teyzemi düşünüyorum. Ofiste çalışırken –tabi çalışabiliyorsam- devamlı gezeyim tozayım, alışveriş yapayım derdindeyim. O vakit geldiği zaman ise ofiste işler bekliyor ben en iyisi mi gidip çalışayım diye kendimi yiyip bitiriyorum. Bazen diyorum ki; “Keşke dümdüz bir hayatım olsa. Az insan, az eşya çokça da huzur yanına.” Bir zaman geçtikten sonra hemen vazgeçiyorum bu düşüncemden tabii. Kalabalık bir hayatın bana getirdiği zorluklar yanında benliğime kattığı çok fazla şey var çünkü. Bir dönem bunun maymun iştahlılık olduğunu düşündüm durdum. Ama sonra fark ettim ki bu yetememekten kaynaklı bir durum. Herkese ve her şeye yettiğin zaman bir sorun olmuyor da bunun tam aksi olduğunda yaşadığın eksiklik durumu insanı hep aynı bilinmezliğe sürüklüyor çünkü. Ben kimin? Ben neredeyim? Benim burada ne işim var?..
17 Nisan 2016 Pazar
HATALAR, HATALAR, HATALAR...
9 Nisan 2016 Cumartesi
EVLİLİK SEZONU AÇILDI!
Yarın çok sevdiğim, çocukluğumdan beridir çok yakın olduğum bir arkadaşımın sözü var. Son bekar arkadaşlarımdan bir tanesinin daha gökyüzünden yıldız gibi kaydığını görebiliyorum net bir şekilde. İnsan bekârken aynı gökyüzüne bakabiliyor da evlendikten sonra bambaşka bir galaksiye yolculuk ediyor sanki. İstesen de aynı ruh halini, aynı heyecanı, aynı ortamı yakalayamıyorsun ne yazık ki. Sorumlulukların, önceliklerin, hayata karşı bakış açın değişiyor evlendikten sonra. En basiti bekârlığında kız arkadaşınla gezdiğin gece kulüplerini, aklına esince dışarıya çıkmalarını, geceleri evde baş başa kız gecesi yapmalı olaylarını unutuyorsun. Hala bekârsan ve arkadaş ortamında olan arkadaşların tek tek hepsi evlenmiş ise ister istemez sende onlara ayak uydurmak zorunda kalıyorsun. O bol dumanlı yüksek müzik sesli ortamlardan ayrışıp daha mütevazı yerlerde görüşmeye başlıyorsunuz. Hele bir de çocuk girmişse işin içine, buluşmak için bir plan yapıldığında “acaba oyun parkı var mı” ya da “mama sandalyesi var mıydı ya orda” diye konuşurken buluyorsunuz kendinizi…
Yanlış anlaşılmasın bu durumdan şikâyetçi değilim, asla! Hatta hoşuma bile gidiyor. Bazen bir bakıyorum, çocukken üç kız oturup fısır fısır hayaller kurduğumuz şeyleri yaşar olmuşuz. “Bak ben senin nikâh şahidin olacağım” dediğim kim varsa hepsinin mutluluğu için evet dedim mesela. Ya da “ ileride bir kızın olsun, teyzesi olacağım ben onun” dediğim hayatın içindeyim şu anda. O kadar tatlı yeğenlerim var ki.. Can feda edilir hepsine. Bunların hepsi benim (bizim) büyüdüğümüzün göstergesi.
İşte benim sitemimde buna aslında. Nedendir bilmiyorum ama kaldıramıyorum ben büyümeyi. İçimdeki çocuk inatla savaşıyor benimle. Hala 13 yaşımda gibiyim. Tavırlarım, düşüncelerim, hayallerim.. belki de bundandır bazı sitemlerim.
Bazen “neden evlendiniz ya siz” diye sinir krizi geçirip saçlarını başlarını yolmak istiyorum arkadaşlarımın. Eğer kimse evlenmeseydi ben göze batmazdım eminim ki. Ama çevremdeki herkes sapır sapır evlenmeye başlayınca bu sefer girdiğim düğün, nişan ortamlarında şu durumun içinde buluyorsun kendini; SEN NE ZAMAN EVLENİYORSUN KIZIM? Bu soru karşısında verdiğin cevap ne olursa olsun karşındaki kişiyi tatmin etmiyor. Gözlerini devire devire, burunları havada öyle bir göz değdiriyorlar ki insan kendini evde kalmış, kimse almamış sanki büyük bir suç işlemiş gibi hissediyor.
Ya hu belki benim için daha erken. (Ki gerçekten daha çok erken!)Belki evlenebileceğim biri daha çıkmadı karşıma, belki kariyerime ya da eğitimime odaklamışım kendimi, belki de şartlar şu an evlenmeme müsait değil. Sana ne kardeşim sana ne?!!
Zaten sevmem düğün falan olaylarını. Bu konuda belli başlı bir sebep oluyor bana kendimi uzak tutmak için. Çok çok yakınım olmadığı sürece, ayağıma 15 cm. topuklu ayakkabı giyip saçımı kuş yuvası gibi tepeden toplatıp öyle eziyetlere sürüklemiyorum kendimi.
Hem zaten düğün nedir ya? Sırf milleti eğlendireceğim, dıdımın dıdısı gelip damat halayı çekecek, bir çeyrek altın takacak diye ben neden onca masrafa onca strese falan sokuyorum ki kendimi? Ben zaten mutluyum, zaten almışım istediğimi. Adam benim yanımda! Ben neden bunun için halamın görümcesinin kızına kadar bir salona toplayıp halay çektiriyorum anlam veremiyorum bir türlü. Mantıksız geliyor bana. Kimseler kusura bakmasın. O yüzden belki de evlilik çok uzak geliyordur bana. Baksanıza daha evliliğin ilk gününü bile hazmedemiyorum.
Ben en fazla arkadaşlarımın ve yakınlarımın mutluluklarına ortak olabilirim sanırım. Onlarla beraber 12 kişilik çatal-kaşık takımının derdine düşer, düğünlerinde salona ilk giriş şarkısını seçmelerine yardım eder, çeyreğimi takar, mutluluklarına evet dedikleri anları alkışlarım bu gidişle.
Birde ne giyeceğim, ne takacağım derdi var tabii ki. Yemin ediyorum arkadaşlarımın düğünlerinde ne giyeceğim ne takacağım, saçım-makyajım derken o kadar masraf yaşıyorsunuz ki… Ben 3 kere evlenir, düğün dernek kurardım herhalde o harcamalarla. Sırf evlenmeleri ile de bitmiyor tabii. Bunun birde ev görmesi var, yeni evli mevlüdü var, çeyiz sermeye elin boş gidilmez kanunları var, ileride çocuğu olur onu da düşüneceksinleri var. Varda var.. Helali hoş olsun gerçi, ben yaptığım yapacağım hiçbir şeyden pişman ya da şikayetçi değilim ama tükenmeye de başladım sanki yavaştan yavaştan. Şimdi bir de yaz geldi, düğün sezonu açıldı. 5 Yıldızlı bir otelde ultra her şey dahil bir hafta tatil yapacağım parayı yine düğünlere, nişanlara harcar dururum ben.
Yine de onca insan evlendiğine göre demek ki güzel bir şey bu evlilik. Hadi biri salak biri yarım akıllıda hepsi hata yapıyor olamaz ya? O yüzden kim evlenmek isterse, nasıl yaşamak isterse öyle yapsın. Yarında canım arkadaşımın istediği her şeyi gönlüne göre versin Allah’ım.. Bana da azcık akıl, azcık sabır, çokça para ve zamanı gelinde hayırlı bir koca inşallah. :)
8 Nisan 2016 Cuma
HAYALLER VS. HAYATLAR -_-
Oturdum balkona, aldım kucağıma bilgisayarımı ama gram yazasım yok. Yazmak denilen şey öyle zoraki yapılacak bir şey değil. Çok okumak, çok yaşamak, çok bilmek ama her şeyden önemlisi hissetmek gerekiyor. Hissetmediğin bir şeyi dökemezsin kelimelere, ne kadar uğraşırsan uğraş gönlünden kopup dökülmez yazıya.
Son iki aydır ne yaşadın diye soracak olursanız eğer, hiçbir şey… Bir şeyler okumakta gelmiyor bu aralar içimden. Hangi kitabı elime alsam, yarılayamadan yastığımın altına sıkıştırıyorum oradan da kitaplığın boş raflarına tıkıştırıyorum güzelim romanları. Çokbilmişlik taslasam da bir halt bildiğim yok zaten, bunu söylememe gerek bile yok sanırım. İşte bu sebepten mütevellit yazamıyorumdur belki de.
Baktım olacak gibi değil. Yazı yazmak için gerekli olan son kozumu oynadım kendime. Hissetmek… Bu hayatta kendimi üstün gördüğüm tek özelliğim belki de. Hislerim, duygu karmaşalarım, canımın tatlı acıları, yaşanmamışlıklarım…
Kapadım gözlerimi. Hafif bir meltem esintisi var havada. Üstüm ince, balkondayım ama üşümüyorum. Geçen arabaların sesi çarpıyor kulaklarıma. Kendimi hafiften esen rüzgara kaptırdım. Yumduğum gözlerimde canlanan belirti simsiyah. Tamam dedim zorlamanın bir anlamı yok sanırım. Yazamayacağım bu gece.
O sırada hayalimde masmavi bir deniz belirdi. Sahil kenarında olduğumu düşündüm.. Beyaz bir elbise var üzerimde, efil efil eteklerim. Uzakta bir yerlerden gelen müzik ve notalara eşlik eden kalabalık insan sesleri yankılanıyor kulaklarımda. Denizde yakamoz, havada anason kokusu… Oturuyorum denize karşı bir bankta. Soluma bir dönüyorum sevdiğim adam yanımda. Dipdiri karşımda duruyor. Gözleri parlıyor, bana gülümsüyor… Gözlerinde yine gülümserken oluşan çizgiler var. Dalgalar kıyıya vurdukça kokusu esiyor burnuma. Dayanamıyorum, öpesim geliyor. Hissediyorum bakışlarından, o da beni istiyor. Hani sözde inatçıyız ya ikimizde, onca kavganın küslüğün ardından toz kondurmuyoruz ya gururumuza. Egolar tavan, burun hep havada ikimizin de. Ne benim cesaretim var ona dokunmaya ne de onun bana yaklaşacak gücü var.
Konuşmak gerekiyordu o sırada. Sessizliği bölüp araya girmek zorunda hissettim kendimi. “Neden koskoca bir buçuk yıl bekledik şu denize karşı seninle oturabilmek için, geç kalmamış mıyız sence bu güzelliğe” deyiverdim birden sitemli bir ses haliyle. Sahi düşünüyorum da biz hiç deniz kenarında oturmadık, dalgaları izlemedik beraber, sahilde el ele dolaşmadık hiçbir zaman. Belki de ondandı sinirimiz, öfkemiz.. Belki de bu yüzden dinginleşemedik kavgalarımızda. “Huzur var burada, seninle hiç yakalayamadığımız kadar fazla huzur” diye devam ettim sözlerime. Sustu, cevap vermedi hiçbir söylediğime. O sustukça içimdeki sinir köpürüyordu yeniden. Sağ elimin işaret parmağını sallaya sallaya devam ettim sözlerime. Öfkelerimi, içimde kalanları, beraberliğimiz boyunca kırgın ve kızgın olduğum her şeyi döktüm yüzüne. Susmaya devam ettikçe kontrolümü daha fazla sağlayamadım. Hem geçmiş acılar hem de şuan ona dokunamıyor olmanın sancısı daha da asabileştirmişti beni. İşaret parmağımı göğsüne vura vura kusmaya devam ettim hissettiklerimi. Canını yakmak değildi niyetim göğsüne her parmak indirişimde, belki de biraz daha fazla dokunabilmiş olma isteğiydi, bilemiyorum.. Tek taraflı bir hesaplaşma haline dönüştü içinde bulunduğumuz durum. O susup dinliyor ben ise durmadan feryat ediyordum bana yaşattıklarını. Ağlaya ağlaya devam ettim sözlerime. “Sen bana bunu yaptın, sen bana böyle davrandın, sen beni sevmedin, sen benimle oynadın, sen…” derken devam edemedim cümleme.. Yüzümü avuçlarının içine aldı sıkıca, başparmaklarıyla iki gözümün yaşını sildi tek seferde. “Ben” dedi.. “Ben seni çok sevdim…” Titremeye başladım elimde olmadan. Ne oluyordu bana. Huzurla sahil kenarında oturan o kıza ne olmuştu ya da daha sonrasında -daha az önce öfkeyle kan döken o kız nereye kaybolmuştu şimdi. Bu adam nasıl bir duygu karmaşası yaşatıyordu bana böyle. Nasıl oluyor da dayanamıyordum. Darmaduman olmuştum tek cümlesiyle. Nasıl başarıyordu bunu, hiç anlamıyorum. Yine de engel olamıyordum kendime. Kavradığı başımı kendime doğru yaklaştırdı. Nefesini, nefesimde hissedeceğim kadar yakındım artık ona. Gözlerimi kapadım. Önce esen rüzgara daha sonra da onun ellerine teslim ettim kendimi. Öpmesi an meselesi idi..
Tam o sırada kulağımı tırmalayan bir ses ile açtım gözlerimi. DİNG DANG DONG! DİNG DANG DONG! Ve devamında annemin sesi. “Dianaaa kızım açıver bakim kapıyı, o çöpü de koy kapının önüne. Çöp saati geldi bak bekletme adamı kapıda, ayıp olur.” Sinirle sandalyede yarım yamalak bağdaş kurduğum ayaklarımı indirip terlikleri geçiriverdim ayağıma. Çöpün ağzını bağladığım gibi kapıdan görevliye uzattım ve kapadım kapıyı arkasından. Gittim elimi yıkadım ve özeti bitip yeni bölümü başlayan dizinin başına oturdum bir kase çekirdek ile beraber.
Unuttum sahil kasabasını, iki ay önce ayrıldığım eski sevgilimi.. Unuttum onu ne kadar özlediğimi, üstümdeki beyaz elbiseyi…
Hem unutmayıpta ne yapacaktım?.. Geçiyor muydum sanki ben onun aklından? Umurunda mı acaba onunla kurduğum hayaller? O sanki öpmek istiyor mu da beni ben tribe giriyorum kendi kendime. Ne saçma ne anlamsız şeyler…!
Fazla bir hayal aleminde yaşamanın da anlamı yok zaten. Hayaller bitip gerçek ile baş başa kalınca daha çok sızlıyor insanın ciğeri. Ne kadar hayal kurarsak kuralım unutmayalım ki; hayaller Paris gerçekler Muş!