Bu Blogda Ara

8 Nisan 2016 Cuma

HAYALLER VS. HAYATLAR -_-

Oturdum balkona, aldım kucağıma bilgisayarımı ama gram yazasım yok. Yazmak denilen şey öyle zoraki yapılacak bir şey değil. Çok okumak, çok yaşamak, çok bilmek ama her şeyden önemlisi hissetmek gerekiyor. Hissetmediğin bir şeyi dökemezsin kelimelere, ne kadar uğraşırsan uğraş gönlünden kopup dökülmez yazıya.

Son iki aydır ne yaşadın diye soracak olursanız eğer, hiçbir şey… Bir şeyler okumakta gelmiyor bu aralar içimden. Hangi kitabı elime alsam, yarılayamadan yastığımın altına sıkıştırıyorum oradan da kitaplığın boş raflarına tıkıştırıyorum güzelim romanları. Çokbilmişlik taslasam da bir halt bildiğim yok zaten, bunu söylememe gerek bile yok sanırım. İşte bu sebepten mütevellit yazamıyorumdur belki de.

Baktım olacak gibi değil. Yazı yazmak için gerekli olan son kozumu oynadım kendime. Hissetmek… Bu hayatta kendimi üstün gördüğüm tek özelliğim belki de. Hislerim, duygu karmaşalarım, canımın tatlı acıları, yaşanmamışlıklarım…

Kapadım gözlerimi. Hafif bir meltem esintisi var havada. Üstüm ince, balkondayım ama üşümüyorum. Geçen arabaların sesi çarpıyor kulaklarıma. Kendimi hafiften esen rüzgara kaptırdım. Yumduğum gözlerimde canlanan belirti simsiyah. Tamam dedim zorlamanın bir anlamı yok sanırım. Yazamayacağım bu gece.

 O sırada hayalimde masmavi bir deniz belirdi. Sahil kenarında olduğumu düşündüm.. Beyaz bir elbise var üzerimde, efil efil eteklerim. Uzakta bir yerlerden gelen müzik ve notalara eşlik eden kalabalık insan sesleri yankılanıyor kulaklarımda. Denizde yakamoz, havada anason kokusu… Oturuyorum denize karşı bir bankta. Soluma bir dönüyorum sevdiğim adam yanımda. Dipdiri karşımda duruyor. Gözleri parlıyor, bana gülümsüyor… Gözlerinde yine gülümserken oluşan çizgiler var. Dalgalar kıyıya vurdukça kokusu esiyor burnuma. Dayanamıyorum, öpesim geliyor. Hissediyorum bakışlarından, o da beni istiyor. Hani sözde inatçıyız ya ikimizde, onca kavganın küslüğün ardından toz kondurmuyoruz ya gururumuza. Egolar tavan, burun hep havada ikimizin de. Ne benim cesaretim var ona dokunmaya ne de onun bana yaklaşacak gücü var.

Konuşmak gerekiyordu o sırada. Sessizliği bölüp araya girmek zorunda hissettim kendimi. “Neden koskoca bir buçuk yıl bekledik şu denize karşı seninle oturabilmek için, geç kalmamış mıyız sence bu güzelliğe” deyiverdim birden sitemli bir ses haliyle. Sahi düşünüyorum da biz hiç deniz kenarında oturmadık, dalgaları izlemedik beraber, sahilde el ele dolaşmadık hiçbir zaman. Belki de ondandı sinirimiz, öfkemiz.. Belki de bu yüzden dinginleşemedik kavgalarımızda. “Huzur var burada, seninle hiç yakalayamadığımız kadar fazla huzur” diye devam ettim sözlerime. Sustu, cevap vermedi hiçbir söylediğime. O sustukça içimdeki sinir köpürüyordu yeniden. Sağ elimin işaret parmağını sallaya sallaya devam ettim sözlerime. Öfkelerimi, içimde kalanları, beraberliğimiz boyunca kırgın ve kızgın olduğum her şeyi döktüm yüzüne. Susmaya devam ettikçe kontrolümü daha fazla sağlayamadım. Hem geçmiş acılar hem de şuan ona dokunamıyor olmanın sancısı daha da asabileştirmişti beni. İşaret parmağımı göğsüne vura vura kusmaya devam ettim hissettiklerimi. Canını yakmak değildi niyetim göğsüne her parmak indirişimde, belki de biraz daha fazla dokunabilmiş olma isteğiydi, bilemiyorum.. Tek taraflı bir hesaplaşma haline dönüştü içinde bulunduğumuz durum. O susup dinliyor ben ise durmadan feryat ediyordum bana yaşattıklarını. Ağlaya ağlaya devam ettim sözlerime. “Sen bana bunu yaptın, sen bana böyle davrandın, sen beni sevmedin, sen benimle oynadın, sen…” derken devam edemedim cümleme.. Yüzümü avuçlarının içine aldı sıkıca, başparmaklarıyla iki gözümün yaşını sildi tek seferde. “Ben” dedi.. “Ben seni çok sevdim…” Titremeye başladım elimde olmadan. Ne oluyordu bana. Huzurla sahil kenarında oturan o kıza ne olmuştu ya da daha sonrasında -daha az önce öfkeyle kan döken o kız nereye kaybolmuştu şimdi. Bu adam nasıl bir duygu karmaşası yaşatıyordu bana böyle. Nasıl oluyor da dayanamıyordum. Darmaduman olmuştum tek cümlesiyle. Nasıl başarıyordu bunu, hiç anlamıyorum. Yine de engel olamıyordum kendime. Kavradığı başımı kendime doğru yaklaştırdı. Nefesini, nefesimde hissedeceğim kadar yakındım artık ona. Gözlerimi kapadım. Önce esen rüzgara daha sonra da onun ellerine teslim ettim kendimi. Öpmesi an meselesi idi..

Tam o sırada kulağımı tırmalayan bir ses ile açtım gözlerimi. DİNG DANG DONG! DİNG DANG DONG! Ve devamında annemin sesi. “Dianaaa kızım açıver bakim kapıyı, o çöpü de koy kapının önüne. Çöp saati geldi bak bekletme adamı kapıda, ayıp olur.” Sinirle sandalyede yarım yamalak bağdaş kurduğum ayaklarımı indirip terlikleri geçiriverdim ayağıma. Çöpün ağzını bağladığım gibi kapıdan görevliye uzattım ve kapadım kapıyı arkasından.  Gittim elimi yıkadım ve özeti bitip yeni bölümü başlayan dizinin başına oturdum bir kase çekirdek ile beraber.

Unuttum sahil kasabasını, iki ay önce ayrıldığım eski sevgilimi.. Unuttum onu ne kadar özlediğimi, üstümdeki beyaz elbiseyi…

Hem unutmayıpta ne yapacaktım?..  Geçiyor muydum sanki ben onun aklından? Umurunda mı acaba onunla kurduğum hayaller? O sanki öpmek istiyor mu da beni ben tribe giriyorum kendi kendime. Ne saçma ne anlamsız  şeyler…!

Fazla bir hayal aleminde yaşamanın da anlamı yok zaten. Hayaller bitip gerçek ile baş başa kalınca daha çok sızlıyor insanın ciğeri. Ne kadar hayal kurarsak kuralım unutmayalım ki; hayaller Paris gerçekler Muş!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder